Adem Çaylak İle İslam Siyaset Felsefesinin Oluşumu, Oryantalizm, İslam Devlet ve Siyaset Geleneğinde Muhalefetsizliğin Nedenleri ve Osmanlı Modernleşmesini konuştuk:

Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Başkanı Prof Dr. Adem Çaylak, İslam siyaset felsefesinin oluşumunu, Oryantalizmi, İslam siyaset geleneğinde muhalefetsizliğin nedenlerini ve Osmanlı modernleşmesini Beynelmilel Post için değerlendirdi:

Öncelikle, Çok teşekkürler arkadaşlar. Kocaeli Üniversitesi öğrencilerimiz olarak Beynelmilel Post isimli internet sitesinde yazı yazma ve yayın yapma gayretiniz çok güzel. Takdire şayan. Sizi tebrik ve takdir ediyorum. Bu çerçevede tevdi ettiğiniz  soruları elimden geldiğince cevaplamaya çalışayım. Buyrun lütfen.

Prof. Dr. Adem Çaylak Kimdir?
1970 yılında Kırşehir Kaman’da dünyaya gelen Adem Çaylak, 1992’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını Kırıkkale Üniversitesi’nde, doktorasını Ankara Üniversitesi SBF’de tamamladı. Ankara ve Kırıkkale Üniversitelerinde araştırma görevliliği ve Kafkas Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. 2010-2011 yılları arasında Florida State University’de visiting scholar olarak, ABD’de liberal ve toplulukçu çok kültürlü yurttaşlık üzerine Türkiye ile karşılaştırmalı çalışma yaptı. 2013 yılında 3 ay süre ile, Luisiana State University’de aynı çalışmayı yürüttü. 2011-2015 yılları arasında Milat Gazetesi’nde köşe yazarlağı yaptı. 2011-20117 arasında Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde SBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Çaylak, 2017 yılından beri Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi ve aynı zamanda bölüm başkanlığı görevini yürütmektedir.
E-Posta| ademcaylak@gmail.com

1–  Hocam, İslam devletlerinde ve İslam düşünürlerü üzerinde Eski Yunan siyaset felsefesinin etkileri konusunda neler söylemek istersini?

Sorunun cevabı aslında içinde gizlidir. Eski Yunan felsefesinin bitmesi ve Roma’ın bu (eski Yunan) topraklarda egemen olmasıyla beraber felsefe ve filozoflar Doğuya doğru kaçtı. Ve Roma’da daha çok güç, savaş ve hukuk önemliyken felsefe çok etkili değildi. Bizans içinde bu geçerli ama doğuya doğru gidildiğinde 4.-5. YY’da  İskenderiye ağırlıklı Doğu felsefesinin, yanında Batı’nın birikiminin oluştuğu önemli bir yerdi. Daha sonra İslam’ın ortaya çıkmasıyla birlikte Mezopotamya, Arap Yarımadası ve Doğu’da 7-8-9. YY’larda özellikle İskenderiye’de bulunan ‘Neo-Plotinusçuluk’ (Yeni Platonculuk) akımlar, Plotinus- Porphrius ve Ibn Meymonides gibi çok önemli düşünürlerin eliyle İslam dünyasına, Platon’un çok ciddi bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle bunun Emeviler’in hemen sonrasında ve Abbasilerin döneminde kurulan Beytü’l Hikme’de Platon, Aristoteles ve eski Yunan klasiklerinin çoğu, Süryaniler ve o bölgede Nesturiler, Hıristiyanlar üzerinden, -nasıl ki Sanskritçe, İran – Sasani, Bizans klasikleri bunlar nasıl Arapçaya ve İslam dünyasına aktarılmışsa – aktarılmıştır.

İslam dünyası yeni fetihler gerçekleştirdikçe, fethedilen topraklarda bulunan birçok eski ve farklı din, kültür inançlarla karşılaştıkça, çeşitli sorulara cevap aradı. Mesela, ruhun ölümsüzlüğü, kainatın sonsuzluğu, İsa’ın Tanrı mı? Tanrı’nın oğlu mu? Ya da Peygamber mi?  gibi sorulara cevap vermek zorunda kaldı.  Bu zorundalık Beytü-l Hikme’de eski Yunan eserleri ve Platon’un idealizmi ve ruhun ölümsüzlüğü üzerine çok ciddi çeviriler yapılmasına neden oldu. Bu bağlamda Platon çok ciddi bir şekilde etkide bulunuyor.

Platon ve Aristoteles

İslam felsefesi daha çok Aristotelesci ama İslam siyaset felsefesi, başlı başına Platoncudur.

Bunu kimle başlatabiliriz? En temel olarak Farabi ile başlatabiliriz. Farabi ve İbn-i Rüsd’e gelen bu felsefe, Nasureddin Tusi, Kınalızade’ye kadar uzanan bu çizgi öncesinde Farabi ve arkasından da Platoncu etki taşır.

Platon’un İslam devlet anlayışı üzerine etkisine örnek verecek olursak; Farabi’de biliyorsunuz toplumsal tabakalaşmaya baktığımız zaman üçlü veya dörtlü ayrışma görüyoruz. En tepede bilge kral, onun altında yönetici tabaka, onun altında da koruyucular tabakası, onun da altına üretici tabaka vardır. Bu bağlamda Platon ve Farabi’nin aynı noktada olduğunu görmekteyiz. Hatta daha sonra İslam dünyasında teşekkül ettirilen var olan ‘Anasır-ı Erbaa’ denilen, Tanrı’ın yeryüzünde gözetimi altında olan ve birbirine karışmaya dört unsur vardır. Bunlar; hava, su, ateş, toprak. Şimdi Nasureddin Tusi, Celaleddin Devvani hatta Kınalızade de toprak çiftçi sınıfına, ateş koruyucu sınıfa, su ilmiye sınıfına, hava kalemiye sınıfına denk gelmektedir.

Platoncu tabakalaşma modeli, Farabi üzerinden Osmanlı tabakalaşma modeline etkide bulunuyor. Osmanlı’da ne vardır? Klasik olarak başta bilge kral(padişah, sultan, halife), kalemiye, ilmiye, seyfiye, tüccar ve köylü/konargöçer sınıflarıdır. Bu konunun uzun uzun analizlerini ‘Osmanlı’da Yöneten ve Yönetilen’ kitabımda yapıldı.

2–  Oryantalizmi sizin bakış açınızla tanımlayabilir misiniz?  Günümüz İslam coğrafyasındaki Batı karşıtlığında, ‘Oryantalizm’ etkisi var mıdır?

Oryantalizm, adı üzerinde ‘Şarkiyatcılık’ ya da ‘Doğuculuk’ diye çevrilen ‘orient’ kavramından gelir. Haçlı seferlerinin başarısızlıkları sonrası Batı’da İslam dünyasını araştırmak için Kiliselerde ‘Orient (Doğu) Kürsüleri’ oluşturuluyor. Daha sonra bu kürsüleri içinde bulunduran yapılar, Batının dönüşümü ile birlikte üniversitelerde ‘Doğu Araştırma Merkezleri’ olarak kendilerine yer buluyor. Doğu’nun; dini, toplumsal, askeri, inanç vs yapıları ciddi bir şekilde araştırılmış ve bunlar üzerine bir söylem oluşturmuşlardır. Ayriyeten söylem üzerinden bir düzen kuruldu. Doğu kendini, Batı’nın oryentize etmiş olduğu bilgi üzerinden kurmaya başlamıştır. Halen bu surecin devam ettiğini görmekteyiz. Oryantalizm, Batı ile Doğu’nun coğrafi olarak ayrışması değildir. Oryantalizm adeta Batı’nın Doğu üzerinde kurmuş olduğu tahakkümün adeta felsefi, siyasi, ideolojik bir aracıdır. Buna ek olarak günümüzde ciddi bir disiplin olduğunu söyleyebiliriz.

Ne var ki, günümüz İslam coğrafyasında; Batı karşıtlığı, ‘Oksidentalizm’ üzerinden oluşuyor. Oryantalizmin tersi gibi düşünebiliriz. Bir tür milliyetçi, etnosentirik bir düşünce diyebiliriz. Özellikle son dönemler ülkemizde pek çok gazeteci ve yazarlarda, ‘Batı; hiçtir, hızdır, şiddettir, ahlaksızdır, emperyalisttir, içkicidir, kumarcıdır, Batıdan alacak hiçbir şey yoktur tarzında perspektifler görmekteyiz. Sanki bizim İslam dünyası ‘Ab-ı Hayat Su’ ile yaşıyor. Baktığımızda kullandıkları argümanlar, kuramlar ve düşünürler bile Batı menşeili olduğunu görüyoruz. Bu Oksidentalist bir tavırdır. Oryantalizm, Batı’nın Doğu üzerinde kurmak istediği tahakkümün dili ve bu haliyle problemli iken, oksidentalizm de oryantalizme tepkisel ve refleksif olarak ortaya çıkıp dolayısıyla Batı; kötüdür, ötekidir, düşmanımızdır anlayışla ve Batıyı yekpare ele alır. Nasıl ki İslam dünyası tek bir bütün olarak ele alamıyorsak – Şii dünyası, Mısır, Sunni Türkiye dünyası, Arabistan Vahhabiliği – Batı’yı da bir bütün şekilde değerlendiremeyiz.

Peygamber, kendi yaşadığı dönemde ‘Kendini, ötekiler üzerine kurmuyor, anlama üzerinden kuruyor. Hikmet diyor, bilgi diyor.’ Peygambere atfedilen bir Hadiste, “Hikmet/Bilgi mü’minin yitik malıdır, onu nerde bulursa onu almalıdır’ der. Aynı şekilde Batı’da felsefe çöktüğünde felsefe, Doğu’ya geldi. İslam Hilafeti yükseldiğinde, Beytü-l Hikme’de o dönemin Müslümanları Batı’nın (eski Yunan’ın) bütün eserlerini yüksünmeden çevirdiler, etkileşime girdiler, beslendiler ve bu şekilde kendi dönemlerindeki sorunlara çözüm ürettiler. Arkasından da Batı’da felsefenin olmadığı o dönemden –  Patristik ve  Skolastik düşüncenin etkin olduğu (Bu arada vahiy/iman akıldan üstündür, dolayısıyla Tanrı’ın yeryüzünde bedenlenmiş hali Kilise ve Tanrı’nın yeryüzünde söze gelişi Papa, dünyevi otoritenin üstündedir anlayışı olan ve daha çok Sn. Augustinus’la temsil edilen ve bir tür Platon’un kutsal/dinsel okunuşu olan Patristik düşünüş biçimi ile vahyin yanına aklı ve bilgiyi de yerleştiren ve böylece ruhani güçler yanında dünyevi güç dengesini ve dünyayı getiren ve daha Thomas Aquinas tarafından temsil edilen ve onların da üzerinde İbn Rüşt üzerinden Latin İbn Rüştçülüğü’nün olduğu ve bir tür Aristoteles’in dinsel okunuşu olan Skolastik düşünce birbirine karıştırılır) gelişmenin olmadığı Ortaçağ dönemi – sonra Batı, Rönesans ve Reformla Endülüste bulunan İbn-i Rüşt’ün (Averros), Latin İbn-i Rüştçülüğü ve aynı zamanda Farabi üzerinden kendi köklerini öğrenmekten çekinmemişlerdir.

İbn-i Rüşt’ün Batı üzerinde çok büyük etkisi olmuştur. Ortaçağda ruhbanların ve Kilisenin hakim olduğu dönemde, İbn-i Rüşt’ün akılcılığı ile vahyi telif etmesi hatta akıl evveldir, nakil müevveldir diyerek, akıl ile vahiy çatıştığında vahiy akla göre tevil edilir anlayışı ile akla ve dünyevi bilgiye geniş yer açan anlayışı, Rönesansı ve Reformu tetiklemiştir. Danteleri, Aquino’lu Thomasları, Padovalı Marsiliusluları, bilgiyi, felsefeyi ve aklı önceleyerek Reform ve Rönasans ve Batı Aydınlanmasını başlatan düşünceleri dile getirenleri ciddi anlamda etkilemiştir.

Hem Oryantalizm hem de Oksidentalizm aşırı uç noktalardır. Bizim perspektifimiz aşırıklıktan uzak dengeyi öne alan yönde olmalıdır. Karşılaştırmalı perspektifle ele almalıyız siyasal felsefe ve düşünceleri. Aristoteleçi bir perspektifle söylemek gerekirse, nasıl ki, akıl gücünde, öfke gücünde, arzu gücünde itidali, yani bilgeliği, cesareti ve iffeti ele alarak hikmet ve adaleti gerçekleştirmek gerekiyorsa, düşüncede de aşırılıklardan ve iki tarafı ifrat ve tefrit olan zihniyet dünyasından azade olarak etkileşimler, beslemeler, dengeler ve en önemlisi de birbirinde bilgiyi doğurtacak bir perspektife ihtiyacımız vardır.  Düşüncede aşırılıklar ya ideolojik ya inançsal keskin ve kesin inançlılar topluluğunun güçlenmesini temin edecek ve körler sağırlar diyaloğu devam edecektir. Aşırılıkları törpülemeliyiz.

3- İbn-i Rüşd felsefesinin, ‘Avrupa Düşüncesi’ne etkisi nedir?

İbn-i Rüşt Felsefesi dediğimiz zaman, kendi felsefesinden ziyade İbn-i Rüşt’e kadar gelen İslam felsefesi geleneğinden bahsediyoruz. Ama İslam felsefesi geleneğinin damarında, kökeninde Aristotelesci Eski Yunan felsefesi var. Siyaset felsefesi perspektifinde Platoncu gelenek vardır. İslam devlet geleneği daha çok Sasani/Farisi tarihsel devlet ve yönetim geleneğinin hilafet ya da imamet üzerinden İslamlaşmış halinden başka bir şey değildir, ancak bahs-i diğer. Ancak Sasani devlet ve yönetim geleneği bilinmeden İslam devlet felsefesinden bahsetmek zordur. Bu itibarla Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı tam bir Sasani devlet ve yönetim geleneğinin hakim olduğu devletler ve sultanlıklardır. Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devletleri bu itibarla “Sasani” devletleridir içerik ve yönetimsel olarak. Yönetime dair tüm kavram ve kurumların ismi Sasani kökeninden gelir.

Neyse, İslam felsefesinde en önemli kişilerden bir tanesi El-Kindi’dir. Arkasında bir Farabi geleneği vardır. El-Kindi, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Tufeyl, İbn-i Bacce ve İbni Rüşt’e kadar gelen İslam felsefesi geleneği, Eski Yunan felsefesi ile Kur’an’ı uzaşlaştırmaya çalışmıştır. Vahyin bir gerçeklik olarak söylemiş olduğu ‘hakikat’e; akılla, doğru düşünce ve ‘burhan yöntemi’ ulaşılabileceğini söylemişlerdir. Tabi aklın çok çeşitleri vardır: Müstefad akıl, metafizik/teorik akıl, akl-ı hissi, akl-ı heyulanı, duyusal akıl, tecrübi akıl gibi tikel akıl da vardır. Biz burda tümel akıldan bahsediyoruz. Farabi göre ‘vahyin’ söylemiş olduğu ‘hakikate’ iki kişi yükselebilir: 1- Peygamberler: Tahayyül Akıl seviyesindelerdir. Bu vasıtayla hakikate ulaşabilirler. 2- Filozoflar: Filozoflar ise düşünce ile hakikate ulaşabilirler. İkisini telif etmeye uğraşır Farabi.

İbn-i Rüşt, Fasru-l Makal isimli eserinde, eski Yunan felsefesini İslam üzerinden okuyor. İbn-i Rüşt önemli bir Aristo yorumcusudur (Commentator). Dolayısıyla Avrupa’da Katoliklik Ruhban sınıfın hakim olduğu feodalite döneminin aşılmasında İbn-i Rüşt, özellikle din-felsefe meselesinde aklın ön plana alması, Batı felsefesini çok ciddi manada etkilemiştir.

4- Osmanlı Modernleşmesinde Ayanların Rolü Var Mıdır? Var ise Tarihsel Gelişim Süreci İçerisinde Günümüze Etkisi Nedir?

Oldukça önemli ve güzel de bir soru.  Osmanlı modernleşmesi açısından benim ‘Osmanlı’da Yöneten- Yönetilen’ kitabımda Ayanlar kısmı var, bu kitapta o konuyu inceliyorum.

Ayanlar yerel güç odakları olarak tanımlanır, ayan kelimesi zaten ayn’dan geliyor. Ayan gözde demek; yerel seçkinler, yerel güç odakları anlamında kullanılır. Osmanlı modernleşmesinde ayanların rolü derken aslında; bir taraftan da Osmanlı modernleşmesi ayanların etkisinin dışında ayanlara rağmen kurulan bir oluşumdur. Çünkü Osmanlı modernleşmesi dediğimizde; Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında yenilgisi ve artık fethin durması, toprak kayıpları olmaya başladığında Viyana bozgunundan sonraki dönemde vs, akla gelecektir. O dönemde dünyada ticaret yollarının değişmiş olması, Akdeniz ticaret yollarının değişmesi Batıda yaşanan çok büyük sermaye birikimi, dışsal etmenler elbette var ama Batı karşısında alınan toprak kayıpları ve diğer etkenler Osmanlı’daki iktisadi üretim biçimi olan ve tımar sistemi denilen sisteme zarar vermiştir. Osmanlı mali bir devlettir. Osmanlı’nın orduyu beslemesi için vergi alımını en azamileştirmesi lazım. Dolayısıyla fetihler genişledikçe orduyu beslemek mümkün olacaktı; ama yenilgiler oldukça ve zamanla da fetihler tamamen ve çok ciddi bir biçimde durdukça bu orduyu beslemek mümkün değildi.

Tımar sistemi mali anlamda bir çöküntü ve kriz yaşadı. Bu konuda çok ayrıntı var; fakat tımar sisteminden iltizam sistemine geçiş ile beraber artık Osmanlı’da vergi alımı azamileştirilmesinden ziyade, yereldeki güç odakları, mültezimler, ciddi bir şekilde güç sahibi olup hakimiyet kurmaya başladılar. Aynı zamanda mültezimler yerelde, oranın vergi toplama yetkisini kazanmak için devletin merkezine bir yıl önce vermiş olduğu, bir yıl önce bir bürokrat  ile bir sarraf ve bir de mültezim üçü bir araya geliyor. Bir yıl sonra elde edeceği mahsülün parasını, güya, bir yıl önceden devletin kasasına yatırıyor.

Mekanizma çok önemli burada. Bu mekanizmada çok fazla rüşvetler döner. Güç odakları, mültezimler ayan diye söylenen kişiler önceden; çok ciddi bir şekilde rüşvet vererek kendi topraklarını vergi toplama imtiyazları ve bir sonraki vergi toplama mahsüllerini elde ediyorlar. Bu kadar önceden para verdikleri için bir sene sonra orda bir mütegallime grubu olarak, verdiklerinin 10 katını çıkartmak için sömürücü güç olarak çalışıyorlar. Bir müddet sonra o sömürülen halk, tebaa, reaya devlete sığınıyor. Artık devlet bu ayanların gücünü kırmak istiyor. Ayanlar Sened-i İttifak dediğimiz 1808’e kadar çok güçlüler. Hatta -Senedi İttifak mesela 3. Selim’in son dönemi. Ondan sonra 2. Mahmut filan geliyor. 2. Mahmut kabul ediyor onunla beraber .- Ayanlar Padişah 3. Selim öldürtebilecek güce ulaşır ve Senedi İttifak imzalatılır. İmporatorluğun başkentine ve sarayın padişaha Alemdar Mustafa Paşa başta gelmek üzere diğer güç odakları , Senedi İttifak’ı imzalatıyorlar. Güç odağı, çok ciddi bir önem taşır.

“ Balkanlarda isyanların ilk nedenleri milliyetçilik akımları değil, bu ilk zamandan bıkan köylünün yoksullaşan köylünün de isyanı”, deniyor hocam.

Anadolu için de aynı şey geçerli. Osmanlı’ya uzaktan bakıldığında, bir taraftan Aristokrat, soylu, Ayan vs. ile bir taraftan da yoksul halk, tebaanın ezilmesi hikayesi ve onun karşısında da bürokrat Aristokratlar çatışması tarzına dönüşen bir durum var. Evet Ayanlar,  Osmanlı modernleşmesi için çok önemli bir dönüm noktası olabilirdi. Batı Avrupa’da nasıl ki burjuvazi oluştu. Batı Avrupa’da Feodal Senyörler neyse; bizdeki Ayanlar öyle idi. Ama o Feodal Senyörlükten, Feodaliteden bir kısmı Burjuvaziye dönüştü. Burada şehirlerde oluşan tüccar oligarşileri önemli ve şehirlerin merkez karşısında kral karşısında özerk kılınmasında ve daha sonra da üretim tekniklerinde dönüşümü ve pazarın ortaya çıkması ile ticaretin ortaya çıkması ile birlikte, tabii yeni ticaret yollarının keşfi vb bir türü etkenle birlikte saray içi üretim yapan zenaatkarların yerini pazar için üretim yapan burjuvanın ortaya çıkması Batıda dengeleri alt etmiştir. Kralın istediği zaman vergi salmasını engelleyen ve istediği zaman askere almasını sınırlandıran ve daha sonra merkezi krallık ve modern devletin siyasal ve hukuksal yönden sınırlandırılmasında önemli işlem görev burjuvazi önemlidir. Özel mülkiyet önemlidir. Mülkiyet olmadan sınıflı toplumdan bahsedemezsiniz. Osmanlı’da özel mülkiyet cılızdı ya da yoktu. Tüm mülk, Allah adına miri arazi Allah adına Padişaha yani devlete aitti. Burdan siyasal toplum (sivil toplum-koinonia politon, medine, şehir, kent devlet) falan çıkmaz ve devlet nerdeyse her şey olur, toplum devletten ayrı zayıf olur. Özel mülkiyetin ve dolayısıyla ticaretin kalıcılaştıramadığı yerde devletin hukukla sınırlandırmanız zordur. Bir bakınız Osmanlı’da en zenginler tüccarlar mı yoksa devlet adamları mı bürokratlar mı? Şerif Mardin’in tabiriyle Osmanlı’da “iktidar ticareti” vardı. Yani iktidara ve makama gelenler zengin oluyor ya da kendi zenginini yaratıyor.

Biz de 1980’lerde ortaya çıkan ve siyasal edebiyatımıza giren, “Her iktidar kendi zengini yaratır” sözünün tarihsel arka planı budur. Arpalık rejimi yani prebendal gelirler çok önemli. Arpalık rejiminde arpa sözcüğü Tımarlı Sipahilerin atlarına verilen arpadan gelmektedir. Devlet imkanlarına makamlara yerleşenler, devlet malını peşkeş çekiyor, arpalık olarak kullanıyor ve ticaret üzerinde değil, iktidar üzerinde ticaret yaparak zenginleşiyorlar. Bu yüzden en zenginler tüccarlar değil, bürokratlar ve devlettir. Devletin ganimet ve rantı ile zenginlik yaratılıyor. Vehbi Koç’un hayat hikayesini okuyun. Nasıl zengin olundu. Devlet ihale, ganimet ve rantı ile. Türkiye’nin siyasal tarihinde devlete rağmen sermaye ve zenginlik olamaz bu tarihsel arka plandan dolayı. Burjuvazi tarihsel ve sosyolojik olarak ve özerk şehirler oluşmadığı için. Ayan bu süreçte farklı bir mülkiyet ve sınırlama alanı oluşturabilirdi. Ayanlaşma çok çarpık oluştu. Ayan, toplum ve yereli merkeze ve imparatorluğa karşı üretici güçlerden yanında yerelin şehrin yanında yer alacağına, süreç içinde her ayanın kapısı devlet kapısı haline geldi. İltizam sisteminde bürokrat, ayan, sarraf rüşvet mekanizması ve çarkı, bir bütün olarak Osmanlı’yı felce uğrattı. Toplumsal ve iktisadi olarak Celali İsyanları -dini yani elbette var ama Büyük Kaçgun gibi muhalefetlerin ama kanla bastırılan isyanların ardında bunlar vardır.  

Ayan, bir sömürücü güçten üretici bir sınıfa dönüştürülseydi; belli bir sermaye bir ticaret, üretim yapsalardı bizatihi merkezin karşısında kendi bulunmuş olduğu coğrafyada, şehirde, bir tüccar oligarşileri oluşsaydı ve aynı zamanda bir tüzel kişiliği özel kentler olsaydı ki sivil toplumun temeli nereye dayanır? Şehre dayanır. Batı Avrupa’da sivil toplum denildiği zaman niye güçlüler. Sebep bu. Bizde özel tüccar oligarşisi filan oluşmadı, şehir oluşmadı çünkü ayan güçlü olduğu zamanda bile ayanlar yerelde mütegallime güç olup devletten aldığı imkanlarla yereli sömüreceğine yerelin haklarını, merkeze karşı savunan; yani merkezin, devletin karşısında halkı savunan bir ara tabakadır. Devlet ile toplum arasında, devlet ile halk arasında, askeri tabaka ile reaya arasında merkezdir. Çünkü Osmanlı için iki önemli şeyden biri olan askeri tabaka oraya ait. İkisi arasında bir denge, ikinci bir ara mekanizma ikinci bir yapı olsaydı; kendisini bir toplumdan, halktan, tebaadan; tebanın haklarını özgürlükten, iktisadi özgürlükten, siyasal toplumsal vs özgürlüklerini merkeze karşı savunan bir yapı olsaydı bizim yönelimimiz çok farklı olurdu. Her ayanın kapısı maalesef Bab-ı Ali İsyanı’nın yerelde bir mütegallime kurup orada aldığı güçle orayı ezmek gayesini güdüyor olması dolaysıyla bir şey çıkmadı. Bir burjuvazi, tüccar geleneği, geleneği oluşmadı.

Osmanlı pratikte mali bir devletti ama Osmanlı’da en zenginler kimlerdir?

Siyaseti ve iktidarı elinde tutanlardır. Halbuki Batı Avrupa’da zenginler, tüccarlardır. Osmanlı’da iktidar ticarete hakimdi. Ticareti yapanlar iktidar değil; iktidar ticaret için uğraşıyordu. Onun için her iktidar kendi zenginliğini yaratır Devlet en güçlüdür ve en zengindir. Ama devletin karşısında güçlü bir Burjuvazi hakikaten devletten nemalanmayan – Koç ,Sabancı bunların hepsi tarihini biliyoruz, bunlardan bahsetmiyorum –  rant almadan bunlar güçlenemiyor. Spekülasyonlar yapıyorlar. İngiltere’deki Magna Carta vardır. Kral John’la Feodal Senyörler arasındaki anlaşma. Oradaki Feodal Senyörler yerel anlamda hukuki siyasi tüzel kişiliği haiz bir şekilde kendilerini merkeze karşı kabul ettiriyorlar. Demokraside Magna Carta’ya hep atıf yaparlar; ama bizim Senedi İttifak Osmanlı’da aynı sonucu veremedi; 2. Mahmut tekrar iktidara geldiğinde kendisini iktidara getiren ayanları doğradı biçti. Hepsini güçlü bir şekilde merkezin eline aldı ve Osmanlı modernleşmesini daha merkeziyetçi bir perspektifte iyice tescilledi. Osmanlı modernleşmesinin arkasında askeri anlamda yapılan reformlar başta gelirken sonrasında; idari anlamda yapılan reformlar ve eğitim alanındaki reformlar gelir. Yani daha üst devlet reformları, devlet modernleşmesidir. Osmanlı modernleşmesi değil. Devletin kendini yenileştirmesidir. Devletin siyasal anlamda kurumsal ve siyasal anlamlarda, bir taraftan kurum ve kuruluşlarının yenilenmesidir, Osmanlı modernleşmesi. Ve tabi ki modernleşme devlet eksenlidir.

Cumhuriyet tarihinde de böyle oldu hocam . …. çok güzel bir şekilde özetliyor : Şapka devrimi yapıyorsun , Anadolu’daki adam şapka takmıyor ki zaten nereden bilsin!

Devrimler burada tepeden inmecidir. Dolayısıyla bizim: asker- sivil- bürokrat- aydın modernleşmesinin arkasındaki saikler budur. Modernleşme dediğiniz aslında bir taraftan da askeri alanda ve idari alanda başlar.

5– Osmanlı’da muhalefet olgusu var mıydı? Var ise, bu bağlamda, günümüz muhalefet anlayışında Osmanlı’daki İktidar-Muhalefet anlayışının etkisi var mıdır? 

Osmanlı’yı da içine alacak şekilde İslam Tarihi ve Türk – İslam, Arap – İslam, Fars- İslam imparatorlukları tarihi maalesef muhalefetsizlikle malüldür. Neden? Temellerine inmemiz gerekirse: İslam siyasi düşüncesinde ilk dönem siyasi düşünürlerin eserlerinde, ki bunlarda İran ve Sasani etkisi çok yüksektir, Sasanilerde din ve devlet süt kardeş diye bilinir. ,İkiz kardeş, İbni Mukaffa, Abbasi Halifesi Caferi Mansur’un danışmanı, İbni Mukaffa’nın kitabı Risale-i Sahabe’de Edebül Vezir, Edebül Kebir Türkiye İslam’da Uslübu, diye çevrilen bu eser de İbnul Mukaffa)nın en başta yazılan önemli eserlerinden bir tanesidir. Aslında Sasani devlet geleneği ve yönetim geleneğini ve monarşi geleneğini İslam ve halifelik üzerinden anlatma tarzındadır. Din ve devlet ikizdir anlayışı daha sonradan bizim bütün aşağı yukarı pek çok İslam siyaset düşüncesiyle ilgili yazı yazan, önemli eserler veren katip, fakih, devlet adamı ya da siyasetname nasihatname vs eserlerde, Maverdi’de, Gazali’de, Nizamülmülk’te devlet ve dini, din çünkü temeldir dinin korunması gerekmektedir. Dinin korunması için güçlü bir bekçiye ihtiyaç vardır. O güçlü bekçi de devlettir. Dolayısıyla binanın güçlü olabilmesi için temelin korunması gerekmektedir.

Devleti elinde tutan güç/halife – aynı zamanda dinin de koruyucusudur. Özellikle Emevîler dönemiyle birlikte temelleri atılan ‘Allah’ın adına yönetmek, Allah’ın Halifesi olarak yönetmek’ anlayışına evrilir. Bunun da arka planı vardır: İslam gelmeden önce, Babil, Mısır, hatta eski Yunan, eski Mısır, eski Pers geleneğinde, başta bulunan krallarda, belli hiyerarşide baş Tanrı adına yönetme anlayışı vardır. Baktığımızda, Firavun baş Tanrı Ra’nın tecellisidir. Hammurabi, Tanrı Enu adına yönettiğini söyler. Çoban- sürü metaforu üzerine kurulu bir düzen. Ortadoğu’da muhalefetin oluşamamasının ve lider kültçülüğün hakim olmasının nedenlerini, Fransız düşünür Foulcault, çoban ve sürü metaforu üzerinden müthiş analiz eder. Bizde de vardır ya hani, Hadis olduğu söylenen sözlere kadar etkisi gelmiştir; ‘Hepiniz çobansınız, sürünüzden mesulsünüz’ olgusu. Yöneticinin Tanrı adına yönettiği biçimi Katolik Hristiyan dünyada Papa’nın sözel olarak dile gelişi, Kilise ise Tanrı’nın bedenlenmiş hali. Papa’nın Tanrı adına yönettiği anlayışı sonradan kralların, Papa dolayımından geçmeyerek dünyevi iktidarı Tanrı adına yönetmesi anlayışına evrilmesini, Roma ve Bizans’ta görmekteyiz. Hristiyanlıkta bu gelenek, Bizans sınırında uzun yıllar valilik yapan Muaviye’yi nasıl etkisinin olabileceğini düşünmek lazım. Yine aynı Muaviye Şam’dadır ve Sasanilerle ciddi anlamda ticari, siyasi askeri ilişkisi vardır. Sasanilerde bulunan Kisralar’ın damarlarında Tanrı’nın kanı aktığına dair bir inanışı var. Şahnameler geleneği, Hüdanameler geleneği Tanrı adına yönetimi temsil eder. Hem Emeviler’de hem de Abbasiler’de devlet teşkilatlanmasında Sasani etkisini görmekteyiz.

Başta bulunan; hükümdarın, halifelerin, yöneticeleri, padişahın bu kadar kutsallaştırıldığı, Tanrı adına hükmetmektedir dendiği, Halife ve sultanların Halifetullah yani Allah’ın halifesi, vekili ve Zıllullah-ı Fi’l Arz (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, tecellisi) ve dolayısıyla dini korudukları, devletin başı olarak Allah adına yönettiklerinin düşünüldüğü, kurumsallaştığı, yani benim Birikim dergisinde yayınlanan bir makalemde kavramsallaştırdığım adla, “İktidarın İtikatlaştırıldığı” bir zeminde ve düşünüş biçiminde bir yerde, ona karşı ‘onun zulmüne, kötü yönetimine, adaletsizliğine, hukuka uymayan yönetimine karşı ki, hukukun güvencesi ve koruyucusu olması gerekirken buna karşı gelişebilecek muhalefet aynı zamanda Tanrı’ya karşı yapılmış muhalefet olarak algılanacağından, muhalefet şer ve şeytan olarak görülecektir. Muhalefet; birliği, milletin sulh ve selametini bozmakla; günümüzde de söyleniyor ya, ’Beka’yı ortadan kaldırmakla, iç ve dış kötü emellere alet olmakla itham ediliyor.

Nizam ve düzen fikri İslam siyaset düşüncesinde çok etkilidir. Nizam-ı Cedid, Tanzimat meselesi Nizamnameler, Kanunnameler, Nizamülmülk, Nizamiye Medreseleri buradan gelir. Niye Nizamiye Medereseleri Kuruluyor? Çünkü devlet, farklı mezhep ve inanışlara karşı halkı inancının sarsılmaması için devletin denetiminde bu medreseler kurdurulmuştur. Nizamülmülk bizatihi kurarak, başınada İmam Gazali getirilmiştir. Nizamiye Medreseleri, Althusserci bir perspektifle devlet dininin ideolojik aygıtları olarak işlev görmüştür ve bu gelenek devam etmiştir. Tebaayı düzen, birlik, itaat içinde tutmanın yolu bunlardan geçmektedir. İktidar kutsallaştırılıyor ve kaos olmasın adına düzen adına keyfi, zulme sapan yönetimlere meşruiyet kazandırılmıştır. Doğru dini, – tabi onlara göre – heretik, heterodoks anlayışa karşı, halka anlatacak ve öğretecek kişileri yetiştirilmesi üzerine kurulmuştur. Bu medreseleri Osmanlı’da Enderun daha sonra Mülkiye olarak görmekteyiz.

Muktedirlere, iktidarlara ve onların yaptıkları adaletsizliklere karşı çıkmış olduğunuzda aslında nizama ve toplumsal birliğe karşı çıkmış olduğunuz düşünülerek hain, vatan haini olarak toplum, siyaset ve devlet dışına itilir, şer ve şeytanla özdeşleştirilirsiniz böylesi bir zihniyet dünyasında ve uygulamada. Devlete, dine karşı çıkmış gibi algılanıyor ve bir şekilde baskılanıyor. Bir taraf Hizbullah (Allah’ın taraftarı), öbür taraf Hizbuşşeytan (şeytanın tarafı) olarak görülmektedir. Bizdeki böyle partileşme olgulusundaki problemlerde bundan kaynaklanıyor. İktidar-muhalefet ilişkisi neden sorunlu? Çünkü iktidarı ele geçirenler, daha önce savunduklarının tam tersini savunmak zorunda kalıyorlar. Çünkü devletin ruhuyla özdeşleşiyorlar ve kurumlarıyla birlikte eklemleniyorlar. Onlar olmazsa devlet olmaz. İktisadi ve siyasi gücü elde tutanlar bu anlayışın arkasına sığınarak bir şekilde meşru, doğru muhalefeti dahi sindirebiliyorlar. Muhalefet dediğimizde her şey mükemmel değil tabiki. Evet bozgun, fitne çıkaran muhalefet türleri olabildiği gibi ihya edici, düzeltici ve gerçekten yapıcı muhalefet tipleri de var. Muhalefet, insanların kutsallarını saldırı yapıyorsa sınırlandırılması gerekir. Ya da ırkçılık yapan, terör ve şiddeti politikasının odak noktası yapmanın muhalefeti meşru değildir elbette. Muhalefet toplumsal tahayyülümüzde ve bunun üzerine kurulan siyasal kültürümüzde, şer ve şeytan üzerinde tutulur ve meşruiyet kazanamamıştır. Elbette Osmanlı’da, İslam’da muhalefet olgusu ve hareketleri, bireysel ve toplumsal anlamda ciddi bir şekilde vardır ama bunların hepsi bir şekilde yok edildi, bastırıldı ve sürgün edildi. Devletin gücünü elinde bulunduranlar doğru din adına; sahih olan budur, onun dışındaki sapkındır. Hala da günümüzde aynen devam ediyor. Bugün devlet de dini biçimlendiriyor.

-Hocam çok teşekkür ederiz, görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için.

– Arkadaşlar esas ben sizlere teşekkür ederim. Bu konularda söylenecek çok şey var ve dinsel, tarihsel ve sosyolojik yaralarımız çok büyük. Bunlarla yüzleşmek ve hesaplaşmak durumundayız. Aksi takdirde geçmişi kendimizi kandırma pahasına ihya ve inşa edebiyatına teslim olarak günümüzü ve geleceğimizi de karartmaya devam ederiz. Tıraşımızı önümüze koymamız gerekiyor. Yoksa bu sarmal devam eder gider. Arkadaşlar, başka zaman başka konularla yine müzakere ederiz inşallah. Sizlere kolaylıklar ve başarılar diliyorum.

Değerli Hocamıza, bu uzun soluklu ve faydalı röportajda, vaktini ve bilgisini bizlere ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.

Bu röportajın hazırlanmasında emeği geçen, vaktini ayıran; Barış ÇÖLGEÇEN e, Abdullah Huzeyfe İŞLER‘e ve Merve ÖZER‘e desteklerini esirgemedikleri için teşekkür ederiz.

Röportaj
Umutcan VARIŞLI – Ömer Burak BOZKURT

Reklam
Editör

Editör

editör@beynelmilelpost.com

İlgili Postlar

Sonraki Post

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Gizlilik Politikası'nı okudum ve kabul ettim.

Reklam

Hesabınıza aşağıdan giriş yapabilirsiniz

Kayıt olmak için aşağıdaki formları doldurun

Şifrenizi geri alın

Şifrenizi sıfırlamak için lütfen kullanıcı adınızı veya e-posta adresinizi giriniz

Avrupa Birliği Nedir? | Kısa Tarihi | Organları |Üyeleri | Beynelmilel Post

Avrupa Birliği Nedir? | Kısa Tarihi | Organları |Üyeleri

Avrupa Birliği (AB) 2021 yılı itibariyle 27 üyesi bulunan, ekonomik ve siyasi bütünleşmeyi hedefleyen bölgesel bir örgüttür. Avrupa Birliği hem hükümetlerarası hem de supranasyonel (ulusüstü) bir nitelik taşıması itibariyle benzersiz bir kuruluştur.

Avrupa Birliği Ne Zaman, Hangi Ülkeler Tarafından Kuruldu?

Başta Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupalı devletler İkinci Dünya Savaşı’ndan büyük bir yıkımla çıkmıştır. İngiltere savaştan diğer ülkelere nazaran daha iyi bir durumda çıkmış olmasına karşın savaş öncesi dönemdeki gücünü kaybetmiştir. Almanya’da ekonomi büyük bir çöküntüye uğramıştır. Fransa ise olası bir Alman saldırısından çekindiği için iki ülke arasında çözülmesi gereken bir ihtilaf söz konusu olmuştur.

Avrupa’da 18. Yüzyıldan bu yana var olan bütünleşme fikirleri İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımlarından sonra Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg tarafından 1951 yılında Paris Antlaşmasının imzalanmasıyla oluşturulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile somut bir nitelik kazanmıştır. Bu antlaşmayla bir araya gelen devletler egemenlik haklarından feragat ederek ulusüstü bir örgüt kurmuşlardır. 

1957 Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nun (EURATOM) kurulmasıyla birlikte ekonomik bir birlik ortaya çıkmış ve zaman içinde gelişmeye başlamıştır. 1992’de imzalanan Maastricht Antlaşması ile ise siyasi bir kimliğe ulaşma yolunda önemli bir ilerleme kaydedilmiş ve bugünkü anlamıyla AB’nin temelleri atılmıştır. AKÇT, AET ve AAET kurumlarının üçü birlikte Avrupa Toplulukları olarak isimlendirilmiştir. 1992 sonrasında Topluluk Avrupa Birliği adını almıştır.

Böyle bir birlik oluşumuna gidilmesinin nedenleri:

  • Kömür ve madenler açısından zengin olan Alsas-Loren ve Ruhr bölgesinden çıkartılacak madenlerin işletilmesinde ulusüstü bir işbirliği oluşturmak
  • Avrupa ülkelerinin arasında ticareti geliştirmek, gümrük birliği ve ekonomik birliği kurmak, serbest rekabeti sağlamak,
  • Devletler arasındaki anlaşmazlıkları çözmek, sorunlara ortak çözüm bulmak,
  • Fransa ve Almanya arasındaki ihtilafı çözerek gelecekte herhangi bir çatışmaya girmelerini önlemek,
  • Devletler arasında ekonomik kalkınma ve hayat standardının yükseltilmesi için tek başlarına hareket etmek yerine birlikte hareket etmenin daha yararlı olacağı görüşünün yaygınlık kazanması, 
  • ABD’nin olası SSCB tehdidine karşı bölgede ortak hareket etme konusunda ülkeleri teşvik etmesi. (bkz: Marshall Planı )

AB’nin kurulmasıyla birlikte üye devletler egemenlik haklarından bazılarını bu örgüte devretmiştir. Birlik dinamik bir niteliğe sahiptir. Avrupa Tek Senedi, Maastricht, Amsterdam, Nice, Lizbon Antlaşmaları ile mevzuatında birçok değişiklik yapmış ve ek düzenlemeler getirmiştir. Avrupa Birliği’nde aynı anda iki hukuk sistemi vardır: Örgüt nezdinde Avrupa Birliği hukuku ve üye devletlerin kendi ulusal hukukları. 

Ekonomik açıdan önemli bir gelişme olarak AB üye devletleri arasında 1968 yılında ‘Gümrük Birliği’ kurulmuştur. Böylece taraf ülkelerin malları tek bir gümrük alanı içinde, tarife ve vergilerden muaf olarak serbest bir şekilde dolaşabilmiş ve üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. Burada önemli bir nokta ise Türkiye’nin AB’ne tam üye olmadığı halde daha sonraki yıllarda gümrük birliğine dahil olmasıdır. AB’de kişilerin, malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımına izin veren ‘Tek Pazar’ (iç pazar) aşaması ise 1992 yılında tamamlanmıştır.

Avrupa Birliği Üyesi Ülkeler

Ocak 2020 yılı itibariyle İngiltere’nin örgütten ayrılmasıyla AB’nin üye sayısı 27’ye inmiştir.

Üye ülkeler; Almanya, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çekya, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, GKRY, Hırvatistan, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsveç, İtalya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya, Yunanistan.

2020 yılında açıklanan verilere göre AB üyesi 27 ülkenin toplam nüfusu 447,7 milyondur.

Avrupa Birliği Organları

Avrupa Konseyi

Üye devletlerin devlet ve hükümet başkanlarından oluşur. Avrupa Konseyi bütünleşmenin gelecek perspektifini ortaya koyar ve stratejik planlamasını yapar.

Bakanlar Konseyi

Bakanlar Konseyi ülkelerin bakanlar düzeyindeki temsilcilerinden oluşur. Dönem Başkanlığı 6 ayda bir üye devletler arasında el değiştirir. BK üye devletlerin çıkarları doğrultusunda hareket ettiği için hükümetlerarasıdır. AB hukuku ve politikaları konusunda nihai kararları alan organdır.

Avrupa Komisyonu

Yasama ve yürütmede etkilidir. Uluslararası müzakerelerde AB’yi temsil eder. Komisyon üyelerini üye devletler aday gösterir, komisyon başkanı atar. Görev süreleri 5 yıldır. Organ uluslarüstü niteliktedir.

Avrupa Parlamentosu

Üyeleri seçimle belirlenir. AP’de üye ülkelerin temsilinde nüfus esas alınmaktadır. Yasama, bütçe ve denetleme konularında yetkileri vardır. Üye sayısı 751’dir. İngiltere’nin Birlikten ayrılmasıyla bu sayı 705’e düşmüştür.

Adalet Divanı

Avrupa Birliği Adalet Divanı kurucu antlaşmaların ve ikincil hukuk normları ile alınan kararların uygulanmasından ve yorumlanmasından sorumludur. Mahkeme kararları tüm AB organlarını, devletleri, tüzel kişileri ve kişileri bağlamaktadır.

Türkiye Avrupa Birliği’ne Üye mi?

Türkiye AB’ne üye değil, aday ülke statüsündedir. 1959 yılında ortaklık başvurusu yapması sonucunda 1963 yılında Ankara Antlaşması imzalanmış, 1987 yılında ise tam üyelik başvurusu yapmıştır. 1999 yılında Türkiye aday ülke ilan edilmiştir. Tam üyelik müzakereleri ise 2005’te başlamıştır.  Örgüt üyeliğine aday diğer ülkeler ise Kuzey Makedonya, Karadağ ve Sırbistan’dır.

Yararlanılan Kaynaklar
1- Akçay, E,Y. Argun, Ç. Akman, E. (2011). AB’nin Tarihsel Gelişimi ve Ortak Dış ve Güvenlik Politikası. Vizyoner Dergisi, cilt 3, sayı 4. s. 5, 12. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/213970
2- Reçber, K. (2018). Avrupa Birliği Hukuku ve Temel Metinleri. Bursa: Dora Yayınları. s. 2.
3- Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı, Üye Devletler. https://www.ab.gov.tr/_233.html
4- Ülger, İ,K. (2015). Avrupa Birliği Rehberi. Kocaeli: Umuttepe Yayınları, s. 15, 19, 35, 46.

Reklam

İlgili Postlar

Sonraki Post

Yorumlar 1

  1. Sanem Görgün says:

    En basit tanımları bile uzun uzun makalelerde aramak gerçekten yorucu oluyordu. Net bir yazı ortaya koyduğunuz için teşekkür ederim. Sözlük kategoriniz benim gibi bu alanla yeni yeni tanışanlar için çok faydalı. Çalışmalarınızın devamını dilerim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Gizlilik Politikası'nı okudum ve kabul ettim.

Reklam

Hesabınıza aşağıdan giriş yapabilirsiniz

Kayıt olmak için aşağıdaki formları doldurun

Şifrenizi geri alın

Şifrenizi sıfırlamak için lütfen kullanıcı adınızı veya e-posta adresinizi giriniz